Bir vitrinde rastladım o eski kemana. Telleri pas tutmuş, gövdesi yara bere içindeydi. Üzerinde “yüzyıllık” yazıyordu; belki doğruydu, belki de tüccarın zamanı pazarlama oyunuydu. Ama ben o an bir eşya değil, iki kıyıyı birbirine bağlayan bir köprü gördüm: yaşamla ölümün köprüsünü.
Her tel, bir doğumun çığlığıydı. İlk nefesini alan bir bebek, bir annenin titrek sesiyle fısıldadığı ninni, bir âşığın sarsak parmaklarından taşan melodi… Ve her çatlak, bir ölümün iziydi. Bitmiş bir aşkın gölgesi, kapanmış bir gözün son karanlığı, toprağa bırakılmış bir suskunluk. Keman, tınısıyla yaşamı büyütürken, çatlağıyla ölümü mühürlüyordu.
Biz de öyle değil miyiz? Doğduğumuzda tellerimiz gergin, sesimiz berraktır. Zaman geçtikçe gerilir, gevşer, yıpranırız. Gövdemiz çatlar, sesimiz kısılır. Bir gün tamamen susarız. Ama o suskunluk yokluk değildir; başka bir elde, başka bir hikâyede yeniden yankılanmaktır.
Yaşam ile ölüm arasındaki köprü, düz bir çizgi değil aslında; kemanın içindeki boşluk gibi yankıyla dolu bir mekân. İçinden geçerken kimimiz derin bir senfoni bırakırız ardımızda, kimimiz yalnızca kısa bir gıcırtı. Ama fark etmez—keman çalınmaya devam eder. İnsan gider, ses kalır.